
İçimden Kuşlar Havalandı (H. Meriç Doruk)
Bu fırfırlı, koca koca sırt minderli, kırmızı örtülü divanın dili olsaydı da konuşsaydı keşke. Ben annemle yıllarca bu odada yaşadım, çok küçükken gündüzleri elimde bebek neredeyse hiç kalkmadan, dikiş makinesinin başındaki annemi izlerdim, poplin kumaşlardan elbise dikerdi mahallenin kadınlarına. Hepsi bir örnek giyinirlerdi bu yüzden, belden robalı kemerli elbiseler… Yaşlılara pazenden, etek, yeni evli çiftlere çiçekli perde, masa örtüsü, ufaklıklara şort hatta eski gömlekleri bozarak külot bile diktiği olurdu. Dikiş makinesinin başında tıkırtılar arasında boynu giderek eğilir sonra da oturduğu yerde ufalır giderdi sanki. Biraz daha zaman geçse kaybolacak sanırdım. Sonra yani genç kızlığa adım attığım yıllarda ise divanda oturur etamin ve kanaviçe işlerdim tatillerde. En çok da kuş motiflerini işlemeyi severdim. Divan geceleri de yatağım olurdu, üstünde uyurdum.
Bu Hikayede Sen Yoksun
Hayat nefes alıp verdiğimiz sürece yeni öykülerde var olmamıza izin verirken, sen bu şansını yok ederek gittin. Tıpkı döküntü bir teknede suya yazılmış kaderimin dalgaları arasında kayıplara karışan ve ölü balıklar misali hangi kıyıya vurduklarını hiçbir zaman öğrenemediğim eşim, çocuğum ve tüm yaşantım gibi. O ölüm teknesinden sağ kurtulduğumda ne yeniden yaşamaya başlayacağımı ne de başka birinin hikayesine gireceğimi bilmiyordum. Onca insanın onca çocuğun kalbine dokunan bu cerrah ellerim dalgaların arasında çırpınan sevdiklerimi tutamazken, sen o bulanık bulaşık suyunun içinde bulup tuttun parmaklarımı. İşte bu, ancak bin bir gece masallarında yaşanacak bir yazgı…
Zerdali Artık Hiç Çiçek Açmayacak
Zaten kimsenin ama hiç kimsenin aklı almıyor evin beş metrekarelik ufacık odasına on çocuk ve o kadar torunun nasıl sığdığına. Odada adım atacak yer yok. Herkes kümeleşmiş, bazımız anneannemin bazımız da dedemin dizleri dibine çökmüşüz. İçeride bir gürültüdür gidiyor. Kimse kimseyi duymuyor, ne denildiği anlaşılmıyor ama yeğenlerin, torunların sırtı sıvazlanıyor, başlar okşanıyor. Gurbet kuşlarına ayrı bir ihtimam gösteriliyor; herkes gülüyor, herkes neşeli. En fazla bir bardak çay düşüyor bu kalabalıkta, ama alışmış onlar, biliyorlar ki, çay yetmeyecek onca insana, uzatılırken boş bardaklar içten bir nezaketle “Sağ ol, içmeyeceğim.” deniyor. Hiçbir ressamın çizemeyeceği kadar büyük bir mutluluk dolup taşıyor o minicik odadan.
Kitapta on öykü var. Ben üç öyküden alıntı yaptım yukarıda. Aşağıda kitabın arka kapağını okuyabilirsiniz.
“Giden” gittiği yerde sevdiklerini özlememeyi öğreniyor. Öğrenmekle kalmıyor, ezber ediyor. İnsanın ciğeri yanıyor, içi dağlanıyor özlemeyeceğim diye; bir kuru dala, bir solmuş güle, suyu çekilmiş bir dereye özeniyor… Yalnızlık içinde kocaman bir dağ olup kalkıp yürürken, sen küçük bir taş parçasına dönüşmüş kalbinin yanışını seyrediyorsun. “Taş yanar mı?” deme Eliza, taş tutuşmaz ama mahvolur, kimyası bozulur, tarumar olur, çöker, patlar. Ateşe maruz kalan taşın yüzeyi iyice kızışır ve sonra dökülmeler, çökmeler meydana gelir, kireçtaşına hatta toza dönüşür. Benim sevdiklerim, içinde yaşadıkları o güzel ülkem, şehrim, yuvam, her şeyim ben onları özlememeye çalıştıkça sol yanımdaki boşlukta bir taş ve toz yığınına dönüşüverdiler.
Söyle şimdi sen beni özlememeye nasıl dayanacaksın? Ya ben? Önce ezber edip sonra unuttuğum o ateşi içimde nereye saklayayım?
Söyle bu acının kalbimizdeki yeri neresi?
